28 Haziran 2012 Perşembe

SAFİYE (BİR AŞK HİKAYESİ)

Ben bir garip Yörük çocuğuyum. Toroslar’dan, gölgesiz, çorak yaylalardan…

Onlu yaşlarda örtünebilmiş, yirmili yaşlarda kravatla tanışmış, şu günlerde ise üçüncü yirminin ilk yıllarını sürmekte olan bir garip Yörük çocuğu. Hayat işte…

Söylemesi ayıp biraz okumuş, biraz yazmışlardanım.

Aslına bakılırsa ben bir iktisatçıyım. Hatta daha çok bu konularda okur ve yazarım. Dedim ya hayat işte.

Girizgâhtan da anlaşılacağı üzere bu yazımın ekonomiyle uzaktan yakından ilgisi yok. Neyle mi ilgisi var? Aşk… Ne büyülü bir kelime değil mi? Doğrusu evet.

İnsanın başının düştüğü, taşını toprağını çiğnediği yerler, içinde yoğrulduğu kültür, aşka biçtiği değerin baremi oluyor. Benim terazim de bu bareme göre tartıyor elbette aşkı.

Bu gün size buram buram Akdeniz kokan, güneş yanığından beter, yürüyememiş bir Yörüğün acı ama gerçek aşk hikâyesini anlatacağım.

* * *

Hasan, Toroslar’ın eteğine tutunmuş, sırtını kayalar, göğsünü Akdeniz’in güneşi yalamış, buğdayın bire üç-beş verdiği tarihlerde boğaz kavgası veren, hem yetim hem de öksüz bir delikanlıdır. Zaman 1910’lu yıllardır. Boğaz ve yaşam kavgasında kimse yalnız değildir anlayacağınız.

Hasan güçlü kuvvetlidir. Elinin ekip,biçtiğidir ekmeği. Toprağa meydan okuyan bedeninin içinde bir yüreği var ki elleri gibi nasırlı değildir. Giderek ısınmaktadır üstelik yüreciği. Sevdalanmaktadır Hasan, komşu köyün güzel kızı Safiye’ye.

Önceleri ezilir, burulur, hayıflanır… Aşk da buldu musallat olacak adamı… Yahu nasıl olur bu yoklukta bu sefalette… Kim verir Safiye’yi bana? Sonra toplar kendini. “Bir avuç toprak, bir tas çorba hayat dediğin, bakarım ben Safiye’ye” der.

Safiye habersizdir komşu köydeki yangından. Ama hep böyle kalmaz. Neden sonra Hasan kafayı kırar, Safiye’yi orak zamanı kıstırır bir tenhada ve denecek ne varsa deyiverir. Hem de hiç zorlanmaz. Safiye şaşkın. Koca buğday tarlalarını tek başına oraklayan Safiye, yele tutulmuş buğday başağı gibi sallanır yalnızca. Toparlar sonra kendini ve öyle bir kaçar ki yaban tavşanı gibi. Safiye Hasan’ın bu çıkışından etkilenmiştir. Bu aşk karşılıksız değildir artık.

Hasan’ın kimsesi yoktur. Aradan da aşk yangınlarıyla dolu epeyce vakit geçmiş, kendisi 20’sine Safiye de 16–17’sine gelmiştir. Büyük dedeme gelir bir gün Hasan. Ezile büzüle derdini yanar. Büyük dedemin adı da Hasan’dır. Onun ki ayrı bir kahramanlık hikâyesidir. Hayatın ne garip bir cilvesidir ki kendi kısa süren hayatı bile kahramanımız Hasan’ınkinden uzun olacaktır. Rahmetli has adammış. Bütün görenler, yaşayanlar öyle rivayet ederdi. Safiye’ yi istemeyi kabul eder büyük dedem.

Zor da olsa Safiye’ye şalvar yerine renkli bir entari giydirmeyi başarır Hasan. Beyaz gelinlik şöyle dursun beş-altı sandıktan toplanan kumaş parçalarından dikilmiş rengârenk bir entaridir bu. Hasan, kendi giydiği yamalı ama tertemiz günlük kıyafetinden oluşan damatlığını hiç de umursamaz.

Safiye emanet bir ata biner ve Hasan’ın atadan kalma toprak damlı tek göz evine bir akşamüstü gelin iner. Safiye mutludur. Öyle güzel bakar ki Hasan’ına yaprak gibi titreme sırası Hasan’dadır. Safiye ile Hasan’ın evlerinin kapısı kapanır. Akşam olmuştur.

Aradan bir-iki saat ya geçer ya geçmez, kapılarının önünde nal sesleri duyulur önce. Sonra da kapıları dövülmeye başlar. Kapıyı açar Hasan. Karşısında 2–3 tane jandarma. İçinden rütbeli olan der ki “Haydi Hasan gidiyoruz.” Hasan anlamıştır bu davetin “kutsal bir çağrı” olduğunu. Biraz zaman ister kumandandan, Safiye’siyle dertleşir, helalleşir, Safiye de sadece kuru ekmekten oluşan bir küçük azık hazırlar Hasan’ına. Ne yaşanan acıyı anlatacak bir lisan ne de Hasanı bu yoldan çevirecek bir güç vardır. Tam gidecekken Hasan karısına (hala bilen yoktur karısı oldu mu olmadı mı) döner ve derki; “Safiye’m ocağımızı söndürme.”

* * *

Buraya kadar bu aşkın kahramanının Hasan olduğunu düşüneniz varsa fena yanıldı demektir. Çünkü o finali bir vatan kahramanı olarak yaptı. O gitti ve dönmedi.

Safiye Hasan’ın bıraktığı yetimliğin, öksüzlüğün, yokluğun yanına dulluğu da koyarak yeni bir yaşam sürmeye başlayacaktı. Safiye artık bir şehit karısı ve yeniden başlayacak bu büyük aşkın da gerçek kahramanıydı.

O güzelim Safiye hayatının bazı bölümlerinde “Kadersiz Safiye”, bazı bölümlerinde “Safiye Kadın”, son dönemlerin de ise “Safiye Nine” olarak yaşamını sürdürecektir. Ben elbette Safiye Kadın’ı tanıdım. Sadece bu nedenle bile çok şanslı bir adamım. Umarım bu hikâyeyi okuyan herkes de kendini öyle hisseder.

Nasıl mı yaşadı Safiye Kadın? Yaklaşık 80 yıl kadar. Bütün bir memleket ve ben de şahidim ki; bal mumu gibi erittiği Hasan’ sız 60–65 yılda her gün Hasan’ını andı ve mutlaka o tek gözlü damın ocağını tüttürdü. Rahmetli büyük dedemin ve köy ileri gelenlerinin ‘uygun bir eşle evlenme tavsiyelerini’ tereddütsüz reddetti. Ailesinin yanına dönmeyi düşünmedi bile.

Kendi toprağı olmadığından herkesin tarlasında çalıştı ancak kimsenin sofrasına oturmadı. Son gününe kadar evinde, her yıl kül harcıyla sıvadığı tek bakır tenceresini kaynattı. Bir filiz gibi doğduğu Akdeniz sahillerinde aşkla büyüyen koca bir çınar oldu. Her gün o çınardan damla damla, içine içine su aktı, hem de hiç sulanmadan.

Nihayet bir gece, Hasan’ının davetine uyarak onun bıraktığı damda, incecik bedeniyle kıvrılıp, uyanmamak üzere uykuya dalıverdi.

Beli de boynu da bükük dü garibin. Aşkı, vefayı hiç eğip, bükmedi. Evinin önündeki taşa oturup uzun, uzun ufuklara bakardı hep. Biz çocukları görünce gülümserdi. Çemberinin altından kaçamak, kaçamak bakardı insanlara, çocukların bile gözünün içine bakamazdı. Beni ne zaman görse kuşağından çıkarıp kuru badem verirdi.

İsyansız ve tertemiz yaşadı. Bir keresinde akranlarından birine “keşke Hasan’ımdan bir emanet kalsaydı” dediği, ancak kadere isyan olur diye de bir daha asla dillendirmediği yakarışı rivayet edilir.

Bir tek şeyi hayal ederek yaşadı hayatı kavlimce ve direnebildi onun zorluklarına. Bir cennet bahçesinde Hasan’ının göğsünde uyumaktı muradı. Bunun için acele etmedi. Dünyayı da yaşadı kaderince.

Safiye gidince damı da fazla direnemedi, yıkıldı. Şimdilerde köylüler, onun yaşadığı eve “yıkık” adını vermişler. Yıkılan neydi/nelerdi bilmeden.

Safiye öldü ama bende hatta sizlerde yaşamasıdır muradım. “Ben bu aşkı yazabilmek için okur yazar oldum” desem, o günlerdeki hissiyatıma tercüman olmuş olurum her halde.

Size mesajım “böyle aşklar arayın” değildir elbette. Eğer öyle olsaydı eminim işiniz çok zordu. Bu hikâyenin 100 yıl önce geçtiğinin farkındayım. Değişimin de… Geçmişin geri gelmeyeceği gibi böylesi aşklar da geri gelmeyecek elbette. Ya bıraktıkları… Onları yaşatmanın, paylaşmanın ne sakıncası var Allah aşkına? Değil mi?

Hüseyin UYSAL




26 Haziran 2012 Salı

SAMİMİYET ÜZERİN DE ÇOK ÇALIŞ... BAŞARINI GELİŞTİRECEKTİR...


KENDİNDEN HİÇ EMİN OLMA... KENDİNİ DE ZENGİN SANMA... GÜN GELİR DÜŞLER... BAŞARINI ALT ÜST EDER...


KENDİNE DEĞER VER... KENDİNE GÜVEN... KENDİNİ SEV... GÖRECEKSİN... ARKADAŞLARIN DA... SENİ SEVECEK...


HAYATIN DA KENDİNİ KAYBETMEK İSTEMİYORSAN... ÖNCE KENDİNCE BARIŞIK OL... DÜRÜSTLÜĞÜN LE UMUDUNU KAYBETME...


UĞRUNDA SAVAŞMAK İSTİYORSAN... BAĞLAMLI EVİNİ SEV... MEMLEKETİ ŞEREFİNLE KORU...


ZAMANI İYİ KULLAN AKILLI OL... AĞIZDAN SÖZ BİR KERE ÇIKAR ŞEREFİNİ KORU... DOĞRU FIRSATLARI HAKKI İLE DEĞERLENDİR... BUNLAR HAYATTA BİR KEZ GİTTİĞİN DE GERİYE DÖNMEZ...


HAYATI DÜŞÜN... ÖLÜMÜ SEV... SONSUZLUK SENİN OLSUN...


KENDİNİ MAHVETMEK Mİ İSTİYORSUN..? GURUR İLE ÖFKELEN SONRA CESARETİNİ KAYBET...


HERKESİN HERKESLE ALAKASI VAR... AYNI HAVAYI SOLUYORUZ... SANIRIM GENELDE PAYLAŞTIĞIMIZ TEK ŞEY... BİR DÜŞÜNSENE BİR ESİNTİ HEPİMİZİ BİRBİRİMİZE KÖPRÜ OLARAK BAĞLIYOR HER ZAMAN GİBİ BUNUN DA FARKINDA DEĞİLİZ...


DİLİNİ, HUYUNU, HAREKETİNİ İDARE EDERSEN... CESARETLE, NEZAKETLE YARDIMI SEVERSEN... KİN, KİBİR, NANKÖRLÜĞÜNÜ BİR KENARA BIRAKIRSAN... SANA SAĞLIK, DOSTLUK VE HUZUR VERİR...


SAHİBİNDEN AZ KULLANILMIŞ AŞK SATIYORUM ÜCRETİ... KIRIK KALP, HÜSRAN, ÇIKMAZ SOKAK, KORKU, GÖZ YAŞI... CESARETİN VARSA YOK PAHASINA ALA BİLİRSİN...


5 Haziran 2012 Salı

TÜM HAREKETLERİN HATA OLABİLİR... ÇÜNKÜ KARŞINDAKİ SEN DEĞİLSİN...


BU DÜNYAYA... İYİ NİYETLİ... YÜREĞİMİN GÖZÜYLE... BAKIYOR SANMIŞIM... KENDİMİ ALDATMIŞIM... GERÇEK YÜREĞİMLE... BAKMIŞ OLSAYDIM... BU KADAR HATA... YAPMAZDIM...


YALAN... DAĞIN TEPESİNDE BİR PIRILTIDIR... SENİ ALDA-TIRAK YORUCU BİR ŞEKİLDE TEPEYE ÇEKER... ZİRVEYE VARDIĞINDA... ACIMASIZCA SENİ UÇURUMDAN İTER...


KOZASINDAN ÇIKMAYI BEKLEYEN... BİR KELEBEK GİBİ... KENDİNDEKİ DEĞİŞİMİ BEKLE... İÇİNDEKİ BENLERİ AZALT... GÖRECEKSİN... SAKİNLİK HÜKMÜ BAŞLAYACAKTIR... BİR GÜNLÜK DE OLSA... HÜR BİR ŞEKİLDE... UÇMAYA BAŞLARSIN...


Hayat düşündüğünüz kadar yakışıklı değildir.

 Her bakışında muhakkak birini görmüş ve öldürmüştür... Hayat dediğin, insanı en can alıcı noktasından tutar ve yutar. Hayat dediğin, insanı en kan emici yerinde neşteri vurur, koparır ve dışarı kusar. Bir kere çıkarsız olmalı hayat dediğin, beklentisiz olmalı. İnsan parçalarıyız, hepimiz doğduğumuzda miniktik bebektik. Hayatın bizi sevmesi için değil, bizim onu sevdiğimiz için sevmeye devam ettirmeliyiz hayat'larımızı. "hayat paylaşınca güzel" diyordu sertap adında bir şarkıcı. Umudumuz olmalı sevdiklerimiz olmalı elbet ama paylaştığımızda rahatsız ediyorsa kendimizi, karşımızdakinin zarif yüreğini incitmeden, kırmadan ve sevgimizle boğmadan sevebilmeliyiz. Sevdiğin insanın gülüşlerine şahit olurken, havayi fişek gösterilerini izler gibi izlemelisiniz onu. Ağzınız açık kalmalı, dudaklarınızdan dökülebilecek SENİ SEVİYORUM'ları duymasını bekler çünki karşınızdaki. Bu yazıyı okuyanlar umutlu insanlardır. Aşk'a başlayan her insan gibi "mutlu" olun... Sağlığınıza emanet kalın :)

Hasan IŞIK




3 Haziran 2012 Pazar

KARDEŞİM ENGİN MERCAN...


Baktığın zaman sadece dinginlik veren ENGİN bir SU, 
ama içine daldığında seni hayrete düşüren müthiş bir zenginlik.